Sayfalar

16 Haziran 2012 Cumartesi

#5 BÜYÜK TAARRUZ'DAN MARDI GRAS'A (I)


MÂNÂ


Kare kod (QR).
Okumasını bilen için bir mânâsı vardır.
Fıtratta (yaradılış, yapı, doğa, hayat) iki boyut vardır. Biri mânâ (anlam), öbürü madde boyutu. Biri ihmal edilirse, öbürü de muhakkak elden çıkacaktır. Ehliyetsiz araba kullanmak tek başına maddeye, araba kullanmadan ehliyeti yıllarca cepte gezdirmek tek başına mânâya örnek olabilir. 

Apartman komşuluğundan Uluslararası Uzay İstasyonu’na, insan eliyle geliştirilen hiçbir sistemi bu iki boyutlu temelden bağımsız değerlendiremeyiz. Ve bu iki boyutun at başı gittiğini unutmayalım. Ancak, kapitalist anlayışın belindeki padişah kuvveti ile ıstırap çeken dünyanın daha çok madde ekseninde aksadığını da göz önünde bulunduralım. Bundan ötürü, mânânın eksikliğinden dem vurmak yerinde olacaktır.

Ağlarsa anam ağlar, gerisi "nöral ağlar..."

RSS akışı besler gibi durmadan çalışan beyindeki sinir bağlantılarının her gün oluşturduğu binlerce düşünceyi bir akarsuya benzetelim. Bağlantıların bütünü de akarsu yatağı olsun. Nörobilim konusunda popüler seviyedeki kıt genel kültürümle şunu söyleyebilirim: Yatağın çizdiği yolda gitmeye mecbur olan ırmağın zamanla yatağı değiştirme özelliğine sahip olması gibi, düşünceler de onları oluşturan sinaptik (sinirsel) bağlantıları nitelik ve nicelik olarak değiştirebiliyor. Sonra daha farklı düşünceler oluşuyor. Daha farklı düşünceler, sinapsları daha daha farklı biçimlendirip yine gelecekteki düşüncelerin farklılaşmasını sağlıyor. Buyurun size nur topu gibi bir yumurta-tavuk döngüsü. 

Demek ki, bir önceki yazıda belirttiğim “verilenler-istenenler” hikâyesi ta beynimizin içinden itibaren geçerli. İlk düşünce kırıntısını ilk sinir hücresi yarattı veya ilk hücreyi bir düşünce (irade) yarattı... Hiç önemli değil. Asıl önemli olan, verileni değiştirme ve değişmiş olana yaslanma yeteneği. (Hem de sınırsız krediyle).

Bunun bir başka sonucu ise,
akarsu ile yatağın, düşünce ile beynin, yani az önce belirttiğim gibi mânâ ile maddenin etle tırnak gibi olduğudur. O halde, bu dengeyi gözettiğimiz sürece gerçekten özgürüz ve aslında ele ayağa takılmış prangalarımızın suçlusu bizleriz. (Umarım, bu vesileyle birileri rastgele akıllarına gelen her iki sözcüğü etle tırnağa benzetmeden önce iki kere düşünür). Gerçekte kişi, ne düşünüyorsa odur. Her insan, beynini kullandığı ölçü ve biçimde vardır. Yine de bu ölçü ve biçimin koşullar ve olanaklar tarafından dizginlendiğini gözardı etmiyoruz.


Şimdi, dilimiz yettiğince bazı örnekler verelim:

Ferforje demir

i) Altı ok, yalnızca zamanında CHP programına dahil edilen altı siyasî ilkeyi simgelemez. Altı ok aynı zamanda, Üçoklar (Dağ Han, Deniz Han, Gök Han) ve Bozoklar (Ay Han, Gün Han, Yıldız Han) demektir. Bugün ise altı ok, CHP'nin ferforje demiridir. 

Varlık sebebi olan mânâlara (Başta Mustafa Kemal Atatürk) sırtını döne döne Taşnaksütyun’u andıran CHP’yi tanıyabilen varsa buyursun, anlatsın! İnönü’den itibaren CHP’yi çekip çeviren kadroların beyin yapısına dair vakit harcamak benim işim değil. Önemli olan bundan sonrası. İşgal döneminde “Ama Devlet-i Âli var!” deyip 600 yılın sahibi olan milleti gâvur postalının altına iten münafıklara tarih nedense çok yer vermez. Peki, tarihi 100 yılı bulmayan CHP’ye halen daha Atatürk’ün partisi diyenler Atatürk gibi devrimci midir?


Ezber devirmek beyinsel etkinliğin önemli bir lokomotifidir.

 ii) Sovyet bloğu dağılıncaya değin "rejim" sözcüğü, devletin II. Dünya Savaşı sonrası benimsediği iç ve dış politikayı anımsatmıştır. “Amerikan güdümlü Sovyet aleyhtarlığı...” Doğu bloğu dağıldıktan sonra ise, bu sözcük nedense salt lâiklik olarak anlaşılagelmiştir. Burada dikkati çekmek istediğim şey, kavramların söylendiği döneme göre içeriklerinin değişebileceğidir.

Düz mantık (Aristo mantığı) sizi hesap etmediğiniz noktalara sürükler. Elbette doğru birdir. Ancak, sebep ve sonuçlar çok boyutlu olur.


Siz de çok boyutlu (analitik) düşünün.

Gaivs Ivlivs Cæsar

iii) Cæsar, Julii sülâlesinden Roma'nın başına geçmiş adamın adıydı. Öylesine etki bıraktı ki, bu isim imparatorluk makamının adı oldu. Hattâ, Rusların "çar" ünvanı ve bizdeki “Kayseri” de bu isimden gelir. Tahmin edeceğiniz gibi, Caesar’ın gerçek telâffuzu /kaesar/ veya /kayser/ olmalıdır. Zaten /sezar/ da İngiliz telâffuzudur.

Kullandığımız sözcüklerin tümü, beyninizdeki savaş meydanında birer askerdir. Lejyondaki her askerin huyunu suyunu, kökenini, kültürünü bilmek gibisi var mı?

Dil hakimiyeti, beyin hakimiyetinin anahtarıdır.

Antep Protestan Koleji
iv) Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) devriminin esas hedefi kanser gibi yayılmış olan misyoner okullarıydı. Devlet okullarında devşirilmeden mezun olanlar savaşlarda yitirilmişti. Misyoner okullarında okuyanlarsa ülkeye yabancılaşıyor, vatan ve millet gibi kutsal değerler uğruna kendilerini ateşe atacak reflekslerden yoksun yetişiyor, dışarıya hizmet eder hale geliyorlardı. Üstelik, sayıları diğerlerinin iki katıydı! İşin komiği; dincisiyle (klâsik manyaklar), laikçisiyle (pozitivist manyaklar) bugünün her iki yobazı da hedefin medreseler olduğunda mutabıktır! (Bakmayın kanlı bıçaklı göründüklerine). Oysa, medreselere son vermek 56K’dan ADSL’ye geçmek gibiydi. Teknik bir detaydı. 


Hazır bilgi beyni güdük bırakır! Bağımlılığı kabul etmeyin ve iyi araştırın.

Kampanya tellalı ruhsuz yaratık

v) İndirimler, kampanyalar, sürpriz hediyeler... Bunlar erken kapitalist dönemde icat edilmiş pazar genişleten, stok eriten, düşük maliyetli reklam sağlayan tedbirler. Günümüzde işin rengi değişmiş durumda. Adamlar neyi alacağınıza kendileri karar veriyor ve hayatınızda söz sahibi oluyorlar! Süpermarket tahakkümü öyle bir noktaya geldi ki, artık ihtiyacınız olanı değil, size dayatılanı almak zorundasınız. Yoksa, “kazık” yersiniz. Bugün, ihtiyacınızı tam olarak karşılamayan filan şu üründe korkunç bir indirim var! Onun yerine ihtiyacınızı tam olarak karşılayan ürünü almak “enayilik” oluyor. O halde çok düşünmeyin ve kazık yemeyin. Bakın, mecbur bıraktılar. Mutlu musunuz?

Demek ki, sorgulamaya daha sabah kahvaltısında başlamak gerekiyor. Bolca sorgulayın.


Saydığım bu örnekler eleştiriye açık olmakla birlikte, örneklerden çıkartılan dersler uygulanırsa demir (ruh, akıl, beceri, tecrübe, vb) paslanmayacaktır. Zalimliği elden bırakmayan bir hayatın gerektirdiği uyanıklığa dair bir giriş yapabildiysem ne mutlu bana! 

Zulmü yenmek için gereken donanımı elde etmek uyanıklık ister. Uykuda yaptıklarımızdan belki bir sonuç çıkartılabilir ancak amacı ve anlamlı yoktur. Oysa, anlam yitimine uğrayanlar intihar bile edemezler...


Devam edecek...


OZAN PEKGÖZ
ozanpekgoz [*] gmail.com

10 Haziran 2012 Pazar

#04 MUSA'NIN YAHUDİLERİ VE ... (II)


Egemenlik, egemen deyip duruyoruz. Peki, ne demek bu kelimelerin anlamı?

Egemen: Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, hükümran, hâkim.
Egemenlik: Egemen olma durumu.


Bu kelimeyi kullanıldığı yere göre farklı anlamlarla doldurabiliriz. Egemenlik kelimesi kişisel anlamda, yani kişinin kendi iç dünyasındaki devinimlerin kullanımı içinde kullanılabilir. “Kendine egemen” diye bir cümle kurulabilir. Fakat kelimelerin anlamını dahi bilmeden konuşan, çocuklukta ya da hayatta toplumsal öğretileri ile sorgulamadan otomatik olarak hareket eden kişi iç dünyasına, kendine egemen olabilir mi? Hayır! Neden? İnsan, farkına varmadan biriktirdiği bilgilerle bilinçli hareket ettiğini zanneder. Evet, zanneder.

İnsan bilinçaltı denen, onu hayatta tutan, hareketlerini otomatik yönlendiren bir akıl motoru ile hareket eder. Bu motorun hareketlerindeki kalite ise, oraya doldurduğu bilginin kalitesine bağlıdır. O bilgileri elden geçirmeyen ve dizayn etmeyen kendine egemen olamaz. Kendini kandırır. Toplumsal örfleri ile (doğru ya da yanlış) hareket eden kişi o bilgilerin egemenliği altına girer.

Konuyu kişiden bir millete bağlayalım. Çünkü hepsi birbirinin içinde. Konu devletin egemenliği olduğunda, tıpkı kişinin bilinçaltının kalitesi kişinin hareketlerinin kalitesini belirlediği gibi bir devletin eylemlerini de toplumu oluşturan bireylerin hüküm, yaşayış ve bireysel egemenlik kalitesi belirliyor. Bilinçaltı bilgi parçalarından oluşuyor. Devletinki de insanlardan. Devletin bilinçaltı, onu oluşturan kişilerin hareketleridir de diyebiliriz.

İki varlığın hayattaki yaşayışını bir değerlendirelim...
Devlet denen yapıyı kurmak ve yönetmek tıpkı bir aileyi kurmak ve yönetmek gibidir. Sadece, devlet daha karmaşık bir yapıdadır. Bunu biraz açalım. Aile birçok kişinin oluşturduğu bir yönetim ve hukuk sistemi gibidir. Devletin milletine hizmet etmesi gibi temelde aile de içindeki kişilere hizmet eder. Kültürümüzde aile kurumu monarşi, yani kısaca bir baş ile yönetilir. Bu başın dışındakiler söz sahibi değildir. ‘Rab ve kul’ ilişkisi gibi çalışır. Aile bireyleri kendi egemenlik haklarını yönetmek için yönetime katılamaz, dâhil olamaz. Bu durum devlete de yansır. Zira, kişilerin hareketleri kültür adı altında devletin hareketlerine sebep olan bilinçaltını oluşturur demiştik. Yönetime geçen yönetici bilinçaltında var olan, yönetimle ilgili olan bilgi ile hareket eder. Monarşi… Demokrasi yalanını söyler ama dayandığı yer bilinçaltıdır. O da ‘Rab ve kul’ mantığıdır.



Yöneten bu bilinçaltından hareket ediyor ise yönetilen ne yapıyor? O da kendi kültürel bilinçaltına danışıyor. Tıpkı ailedeki monarşiye boyun eğdiği gibi egemenliğini yöneticiye kayıtsız şartsız devrediyor. Egemenliğini her gün hayatında geçirdiği/yaşadığı sahada yaptığı gibi kendiliğinden devrediyor. Başka bir eylemde bulunmasını beklemek hayal olur sanırım.

Toplumu yönetmeye çalışan sistem sanki tepeden inmeymiş gibi görünür. Aslında yukarıdaki denklemden dolayı aşağıdan gelen bir kültürdür. Hmm...



Ailedeki kararları eleştiren bir birey, ailenin tüm imkânlarından mahrum bırakılır. Aileden bile dışlanabilir. Buradaki yöneticinin amacı bireyi yaşam imkânlarını elinden alarak susturmaktır. Şöyle de düşünebiliriz; yönetici mal benim, aile benim, kurallar benim, imkânlar da benim der. Kendi kurallarını koymak istiyorsan git kendi imkânlarını yarat da der aynı zamanda. Ki, bu onun doğal hakkı olarak da sayılabilir. Bu ego yönetimin şeklini belirler ve diğer bireylerin egemenlik haklarını yok sayar. Kendi egemenliğine hizmet etmeyen her bireyin egemenlik anlayışı yok sayılır. Çünkü kelime anlamı olarak bilmese de yönetici diğer bireyleri kul olarak görür. Tabi, bireyler bu kültürü bireysel olarak hayatın her alanında ve her anlamda reddetmediği sürece…


Yani, kişi teslim olmadığı sürece kimse ona egemen olamaz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları kıssasındaki hisse de budur.

Bu sisteme hayatta bakalım. Test edelim.
Osmanlı, toprak kaybetmeye başladığı son dönemlerde kendi içenden çıkan bir halk Yunanistan'ı kurdu. O zamanlar bu olay Osmanlı halkının zoruna gitti. ‘Dünkü tebaa’ diye küçümsediler. O dünkü tebaa ordusu ile İzmir'den Anadolu'ya dalıverdi. Peki, bu Yunan bağımsızlık ilan ettikten sonra Anadolu'ya dalana kadar biz ne yaptık?

O sıralar sultana kul olmak ile meşguldük. Sultanın yönetimini sorgulamıyorduk veya yeni yeni kıpırdanmalar başlamıştı. Devlet'in başındaki yöneticinin kendini yücelttiği, halkı kul görme algısı devlet yöneticisinin bilinçaltındaki problemdi. Aslında milletin kültürel yaşayış hatasıydı. Çünkü bireyler bu sistemi her alanda yaşantıları ile destekliyordu.

Osmanlı’nın çöküşünü neden durduramadık? Hep hata başkasındaydı çünkü. Bu davranış biçimi yönetici ve bireyin her zaman yaptığı şeydir zaten. Yönetime bireyleri doğru yöntemle katmadığı için hatayı bireylere paylaştıramaz, bireyler de bilgiyi doğru yöntemle öğrenip uygulamadığı için sorumluluk alması gerektiği yeri idrak edemez. Kalıplaşmış, sorgulanmayan örf, gelenek, töre ve kültürün doğru bilgilere dayanması çok mühim bir konudur. Fıtratı, yani hayatı kuşatmayan bilgi insana bir fayda vermez.

Osmanlı’nın çöküşü ile ilgili dış mihraklar meselesi de vardır. O zamanlar da Amerikan, İngiliz, Fransız mandası olmak isteyen aile bireyleri çok fazlaydı, unutmayalım. Kendi egemenlik ve yönetim sorumluluğunu eline almak yerine başkasına devretme gönüllüleri… Aileye evlilik dışı baş ithal etmek isteyenler vardı. Aslında yönetimdeki hatanın sebebi bizde idi. Halkta... Tıpkı İsrailoğulları gibi.

Fakat sorumluluğu üzerine almak, egemenliğini kendi belirlemek isteyen aile bireyleri de vardı. Anadolu'da meclisi kuranlar. Atatürk önderliğinde kendi geleceklerini kendi yönetmek isteyenler.
Bakalım, bu aile bireylerinin başına ne geldi.

Bu gün de dâhil, her devlet gibi Osmanlı da devlet yapısını hazine sayesinde ayakta tutuyordu. Hepimiz biliyoruz ki, Anadolu'ya son geldiğimizde dımdızlaktık. Ertuğrul Gazi bir meclis kurdu. Vergi verdik, savaşlarda kanımızı dökerek ganimetlerin bedelini ödedik. Bu ailenin tüm varlığına ortaktık ve 600 yıl kadar da aile için çalıştık. Bütün her şeyine en az yöneticisi kadar ortaktık.


Dünkü Osmanlı tebaası İzmir'e çıktığında onların varlığını küçümseyerek yok sayamayacağımızı anladık.

Peki, ailenin yöneticisi ne yaptı? Aile bireylerinin egemenliğini, çekyatını, yatağını onlara açtı! Bir "Allah'ın gökten gönderdiği yardımcılar" demediği kaldı! Eğer deniz yoluyla gelmeseydi emin olun onu da derdi. Meclisi kuran asi aile bireyleri için bu doğal olarak hazmedilemezdi. Ayaklandılar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi doğal olarak aile yöneticisi, ailenin imkânlarını bu bireyleri susturmak için kullandı. Halife, hazinenin ailenin ortak malı olduğunu düşünmedi bile. Ne kendinin, ne de devletin bilinçaltındaki kültürde var mıydı öyle bir şey? Tabi ki yoktu. Bireyler de her fırsatta yönetim yaptığı sahada kendini sultan, diğerlerini kul görüyordu.

Asilere karşı Halife ordusu kuruldu. Ailenin asi evlatlarının da biriktirdikleriyle kurulmuştu bu ordu. Asi evlatların üzerine yollandı. Doğal sonuç olarak, haklarının peşinde koşanlar bunları ezdiler. Diğer bir tarafta, ailenin içerisinde kendi menfaatlerini korumak isteyen, ağalık ve şeyhlik monarşisini sürdürmek isteyen ve bunu, aileyi İngiliz ve Fransız’a peşkeş çekerek yapmak isteyen başka aile bireyleri çıktı. Zannetmeyin ki, halifenin emrine uydular. Asiler meclis kurmak istiyorlardı ve o meclis denen "illet”, egemenliği kişinin kendi eline veriyordu. Bak sen şu asilere! Bu yancılar da Ankara'daki asilerin üzerine yürüdü. Daha önce olan doğal sonuç onların da başına geldi. O peşkeşçiler de ezildi.

Meclisi kuran asiler aslında dımdızlak ortadaydı. Tıpkı Anadolu'ya en son gelişlerindeki gibi... 600 yıldır döşeğini korumak için canıyla ve malıyla biriktirdiği hazine ve silah, kendisine "Rab" diyen ve öyle zanneden zevatın elinde kalmıştı.

Ne yaptı bu asiler, halife'nin ve diğer yancı şeyh-ağa takımının "kâfir" dediği asiler? Ertuğrul Gazi’nin meclisini Osmanlı İmparatorluğu haline dönüştüren o millet yeni bir gücü emeğiyle oluşturdu. Kurtuluş Savaşı’nı veren orduyu kurdu.

Bir devletin yönetiminin önemsenmemesinin, o varlığın nasıl kullanılıp yönetildiğiyle ilgilenmemenin cezası ağır bir tecrübe ile ödendi. Millet, kendi namusunu korumak için verdiği mücadelede daha Yunan'a can vermeden, kendi parası ile aldığı kurşunlar kendi canını aldı!  Kimisinin canına bu kurşunu Halife ordusu sıktı, kimisininkine ağalar, şeyhler. Egemenliğini başkasına teslim edenin geri almak için ödeyeceği bedel budur işte! Anlayana tabi…

Yeri gelmişken; bugün yarın yine, meclisteki işleri gelecekte beğenmeyecek, asi sayılacak aile bireyleri de kendi kurşunuyla vurulmasa iyi... Kendi parasıyla alınıp gözüne gözüne sıkılan biber gazı sayılır mı sayılmaz mı bilemem...

Anadolu'dan Yunan sökülüp atılarak denize dökülmüş, Sultan İngiliz gemisiyle ile kaçmıştır. Musa'nın düşmanlarının denizde yok oluşu gibi…

Yalnız, bizim milletimizin hikâyesi İsrailoğulları’ndan biraz farklı. Biz bedel ödedik. Kendi yarattığımız firavunumuzu kendimiz kendi ellerimiz ile boğduk. Canımızla. Bizde yılana dönen asa yoktu. Çekirge sürüleri ne Yunanistan'ı, ne İngiltere’yi, ne de İstanbul'daki sarayları sardı. Ne meclistekiler, ne de bu savaşı verenlerin elleri ışık saçıyordu. Ayakta çarık, manda kollarıyla, tahta süngülerle, tornadan geçmiş top mermileriyle ve daha neler nelerle…  Bunu nasıl becerdiler? Emekle! Çalışarak! Yapacakları işin bedelini önceden ödeyerek. Kredi kullanarak değil. Kredi tüketen Musa'nın Yahudileriydi. Biz değil.

İlk yazının başında söylediğim gibi, din adamları olayları biraz farklı anlıyorlar. Tanrının yeryüzüne yerçekimi kanunu gibi koyduğu, “doğru yöne harcanan emek” kanununu pek deşifre etmiyorlar. Herkes inancına göre davranabilir. God da diyebilir, kuantum da diyebilir, Nirvana  ya da tabiat ana… Ama bu emek kanunu değişmez. Tabi anlayana...

Kurtuluş mücadelesi verilirken, atalarımız göğüs göğse Anadolu’da Yunan'la boğuşurken,  İsrailoğulları’nın Musa'ya "sen geldin, başımız derde girdi” dedikleri gibi, İstanbul basını da “maceracılar”, “Bunlar bizi rezil edecekler” gibi görüşler, başlıklar atıyordu gazetelere. Yunan denize döküldükten sonra aynı gazetelerin başlıkları ve köşe yazarları “Bu bir mucize!” demiştir.

Atatürk bu gazeteler ve köşe yazarları için şöyle der: “Kimi basın bu yaptığımıza mucize diyorlar. Beyler bunu biz yapmadık mı?"

Atatürk'ün Yahudileri biraz farklıydı dediğim gibi. Hepsini zannetmeyin farklı olanlar. Sadece bedel ödeyenler farklıydı. O günkü İsrailoğulları’nın kültürel bilinçaltını taşıyan bu mucize bekleyenler farklı değildi. Onlar bilakis, o çağdan bu çağa hala aynı yaşıyorlar ve değişmediler.

"İsrailoğulları lânetlendiler. Peki, sebepleri soyları mıydı? Topluluk olarak tek bir soydular. Fakat bu onların ismi. Lânetlenen ise, karakterleri. O karaktere sahip oldukları için lânetlendiler. İkiyüzlü oluşları ve başkalarını da kendi kültürlerinde bozmaları yüzünden." diyerek lânetlenmeyi hak eden bir birey ya da toplum tipi olarak tanımlama yapmıştım bir önceki yazımda.


Cumhuriyet kurulduktan sonra ailedeki haklarını arayanlar meclisi kurarak, yönetim bilmeyenleri, mucizecileri, peşkeşçileri ve onları takip edenleri meclise bağladılar. Meclise bağlanmak bunların çok zoruna gitti. Egemenliğinin kendi elinde olması insanın neden zoruna gider, anlamam. Anlamadım da zaten. Sultana, ağaya veya şeyhe egemenliğini teslim edenler meclise kul olsalardı ne olurdu sanki? Fakat onlar kutsal sayabilecekleri insanları ancak ilah edinip onlara kul olabilirlerdi. Nitekim İsrailoğulları’nın gizliden gizliye inandıkları ve Musa'nın arkasından yaptıkları altından boğa Apis gibi ilk fırsatta meclisi sultan bozması ağa ve şeyhlerden oluşan temsilciler ile dolduracaklardı.

Korkarım, İsrailoğulları gibi lânetlendiğimizin resmidir.

Devam edecek...


OĞUZ DOĞRUYOL

odogruyol [*] gmail.com

27 Mayıs 2012 Pazar

#03 ÇİKIN TRANSLEYT


İnsan, kendi içinde kusursuz bir varlık. Buna en iyi örnek olarak Dünya’yı verebiliriz. En ufağından en büyüğüne tüm canlılar, çevresiyle uyum ve içgüdüsel iş birliği içinde. Bu iletişimin bozulması sonucunda ölçmesi ve telafisi neredeyse imkânsıza varacak yıkımlar ve olumsuzluklar ortaya çıkacaktır. Bu olumsuzluklar hem bireysel, hem de toplumsal olacaktır. Birbirini parçalayacak, en sonunda kendini de dâhil edecek bu parçalanmaya.

İnsan bedenini koca dünya ile betimledik, insan bu dünyanın bir parçası. Doğası gereği de diğer insanlarla iletişim içinde. Bunda bir sıkıntı yok, ama üst satırlarda eskizini çizdiğimiz yıkımlar bugün kendi ellerimizle toplum içinde yayılıyor.

Bunlar iletişimsizlikten ileri gelen yıkımlar.

Bizler boş konuşan insanlarız, konuşuyoruz fakat iletişimimiz yok. İletişimden kasıt, teknolojinin sunduğu araçlar değil; bizzat bizim kullandığımız, "konuşmak" dediğimiz aracın ta kendisi.

Hadi ele alalım bakalım, bu adamın derdi nedir. Yukarıda bir kaç kelime ve kavram kullandık. Bunların anlamları ve kullanımları nelerdir, sizinle beraber inceleyelim.

İletişim farkına varmak ile başlar, kişinin veya nesnenin var olup olmadığını fark edemediğimiz anda da beyin tarafından beklemeye alınır.

Bizler konuştuğumuz kelimelerin ve anlamlarının farkında bile değilken, karşımızdaki birey veya toplum tarafından anlaşılmayı beklersek bu cidden komik olur... Evet, gülelim çünkü toplumlar bu konumda maalesef. Bizler konuştuğumuz kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz, bu yüzden boş konuşuyoruz. Bu yüzden insan denen düşünebilen varlık (düşünen diyemiyorum, çünkü bu yeteneği olsa da insan genel olarak bunu tercih etmeyen -unutkan- bir varlık) hem mantık, hem de kültür olarak zayıf ve her an yıkıma maruz kalabilecek kadar dengesiz olacaktır. Hayatta dengesini bulamayan şeylerin kesinlikle yıkılacağına dair elimizde milyonlarca örnek var. Ama insanın mantıksal ve düşünsel dengesizliğin sonucu ise, kendisinin değil toplumun/toplumların yıkılışının sebebi olacaktır ve buna kendisi de dâhildir.

Bu konuyu sizinle daha basite indirgeyerek, hayatta yaşanmış şeylerle destekleyerek anlatmak daha iyi. Hem sizinle iletişimimiz artacak, hem de toplumun kilit taşlarının nasıl zayıflatıldığı ve bağlarının nasıl parçalandığını daha rahat görebileceğiz bu şekilde.

Not: Verilen örneklerde kavramlar ya da inançlar değil, kelime yanlışlarına odaklanmanızı isterim. Kavramların ya da inançların içlerinin boşalması, kullandığımız kelimelerin anlamlarını bilmediğimizden, daha doğrusu işimize geldiği gibi anlamak istediğimizden kaynaklanmaktadır.

Yaşanan örnekler:

2 arkadaş sohbet ediyorlar din üzerine. İkisi de karakter olarak düzgün.
Bir ara birisi konuşmaya başlıyor;

- Abi içki haramdır, yasak edilmiştir.

Tamam burada bir sıkıntı yok. Sohbetin 10 dakika sonrasında başka bir yere takılıyor kulağım ister istemez;

- Abi üç aylardayız, haram aylar.

O sırada müdahale etmek gereği hissediyorum ve soruyorum: "...sen az önce içki haramdır dedin, şimdi de İslam alemi için kutsal olan aylara haram aylar diyorsun. Ben anlamadım." diyorum. Çünkü az önce haram kelimesinin sınırlarını net bir biçimde "yasak" olarak belirledi.

Cevap daha da korkunç:

“O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan.” diye bir cevap geldi. Tamam dedim ve "harem" kelimesinin de haram ile aynı köke sahip olduğunu söyleyip buna ne diyeceksiniz diye sordum. Aldığım cevap yine aynı oldu; "Bakılması ya da münasebette bulunulması yasak olan" diye net bir şekilde sınırını çizdi.

Peki işin doğrusu nedir? Ve toplumun zeminini çökertip yıkacak olan nokta(lar) nedir, hadi beraber bakalım.

1- Yasak.

2- O aylarda kesinlikle yasak.

3- İletişimde bulunulması yasak.

Bu üç cevabı aldık. Üçü de yasak. Şimdi bir şeyler daha net şekilleniyor ve mantık hataları daha da netleşiyor.

Arapça kökenli "haram" kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla "dikkat edilmesi gereken" anlamına gelir. Bu açıklamadan sonra 1. ve 3. örnek daha da berkitilmiş kavram olarak netleşmiş oldu. Peki ya 2. örnekteki, kişinin kendi çıkarları uğruna kavram-anlam-kuralları esnetmesini fark ettiniz mi?

"O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan."

Yani sonuç olarak, aslında diğer aylarda yapılabilir alt anlamını iyice fark ettiğinizi görebiliyorum. Bu sadece bir örnekti. Bunlar kelime bazında iletişimsizliği ve insanın egosunun, istekleri (çıkarları) doğrultusunda nasıl sesleri ve anlamları bükebildiğinin bir örneğidir.

Kelimeler, anlamlarını bilerek konuştuğumuzda zihnimizi açacak ve bizi daha iyi yaşamaya itecek, daha doğru işler yapmamızda aracı olacaktır. Diğer türlü, bocalamaktan öte gidemeyeceğimiz gün gibi ortadadır.

Bir kaç örnek daha verelim çok uzatmadan.

Diğer bir söz: "Başınız sağ olsun", burada açıkça ölen kişinin önemsenmemesi vurgulanıyor. Cenazeye katılanların hiç fark etmeden klişe olarak sarf ettikleri sözler. Olan oldu, ölen öldü, fakat sen yaşa. Sanki senin başın sağ olsun da gerisi önemli değil dermiş gibi bir vurguya sahip.

Olması gereken nedir? Basit. Allah günahlarını affetsin, size sabır versin, budur...

Diğer bir bakış açısı, padişahımız çok yaşasın vasfındadır.

Peki, kullanılması gereken doğru yer nedir? Şehit olmuş birisinin ya da vatan uğruna canını vermiş birisinin yakınına söylenen teselli sözüdür. Canını feda eden kişi, feda ettiği uğurda, bildiği yolda, bildiği amaç uğruna canını verdi; vatan için canını verdi. Bu yüzden "Başınız/başımız sağ olsun" sözü, bir yerde devletimiz, vatanımız var olsun anlamına gelmektedir ve her yerde kullanmamak gerekir.

Yardım kelimesi... İşte, benim kanayan yaramdır bu kelime! Neden? Şimdi de ona değinelim.

Ben bir kelimenin anlamını bulamadığım çözemediğim zaman, eğer anlamını öğrenecek imkana uzaksam (sözlük, internet, abi, abla gibi) kafamda modeller ve başına soru ekleri getiririm. Hadi beraber yapalım.

Yardım,

Yardım nedir?

Kime yardım?

Neden yardım?

Nasıl yardım?

Ne için yardım?

Ne zaman yardım?

Şimdi de ardını dolduralım en basit ve en saf haliyle.

Yardım nedir? > El uzatmak.

Kime yardım? > İhtiyacı olana, muhtaç olana.

Neden yardım? > İhtiyacı var, imkanı yok.

Nasıl yardım? > İhtiyacını karşılayacak şekilde, ne olursa.

Ne için yardım? > İnsanlık namına ihtiyacı olan birine el uzatmak için.

Ne zaman yardım? > İhtiyacı varken.

Şimdi, yukarıda en çok kullanılan kelimeler ihtiyaç ve muhtaç. İhtiyacın anlamı belli: gereksinim, yokluk ve yoksulluk vb. Muhtaç da ihtiyacı olan kimse demektir.

Şimdi acı taraf geliyor. "Marshall Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır."

Bu yardımlar içinde neler var? Marshall yardımı peynir, süt tozu, balık yağı... Silah, para vs. de dahil.

Burada ne gösterilmek isteniyor tüm dünyaya bir düşünelim; "Türkiye, bizim vereceğimiz süt tozuna muhtaçtır!" Gerçekten mi?

Yani... Ne yanisi yahu? Acı, çok acı bir durumdur bu. İçinden çıkamayız çünkü olmuş bitmiştir ve sonuçları yıllarca acı acı sürecek bir yıkımın başlangıcı olacaktır.

Bizler ise, yardım kelimesini "hibe edilen" anlamında algılarız. Ve yarım asırdan fazladır bu aldanmanın acısını yaşıyoruz. Hem bireyler, hem de toplum olarak.

Toplumsal körlüğün bir diğer ucu da atasözleri.

İyi insan lafının üzerine gelir. / İti an çomağı hazırla.

Nerede hareket orada bereket. /  Nerede çokluk orada pislik.

Harama uçkur çözülmez. / Güzele bakmak sevaptır.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. / Lafla peynir gemisi yürümez.

Eğri otur doğruyu söyle. / Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

Bunların kasıtlı olarak toplumlara yerleştirildiğini düşünürdüm bir zamanlar, ama yerleştireni daha yeni bulabildim.

Kim?

İnsanın ta kendisi... Kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi.

İletişimsizlik neden bu kadar önemlidir? Sebebi basit; yaşadığımız dünyada hayatta kalmanın tek yoludur da ondan. İletişim fark etmekle başlar demiştik.

Bu konumda doğal iletişim önce tehlikeli ve güvenli olan noktaları fark ederek hayatımızı düzenlememize yardımcı olur. Sivri bir şey gördüğümüz (fark ettiğimiz) zaman hemen ondan sakınırız ve eğer o şeyi kullanacaksak dikkatli oluruz... Çünkü hataya yer yoktur. Canımızdan olabiliriz.

İşte bahsettiğimiz, insanlığın sonunu getirecek felaketi de burada fark ediyoruz. Söylenilen (sarf edilen) kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz. Bunları hatalı kullandığımız için sonunda kazalar yaşamak kaçınılmaz bir durum oluyor. İnsan fark edemiyorsa bu işi başka yerlere havale ediyor ve suçu üzerinden atıyor.

Yani yine işine geldiği şekilde anlam ve kavramları nasıl eğip bükebiliyorsa aynısını olaylar ve sonuçlar üzerine de yapıyor.

Toplumlar bir anda çöküşe ya da yükselişe geçmezler, bunun sonucu olarak anlıyoruz ki, yükseliş ya da çöküş yavaş yavaş gerçekleşir. Bugün elimize bir sözlük alıp baksak, hem de günlük hayatta en çok kullandıklarımıza baksak; tahminim 100 kelimeden 30-35’ini doğru bilmiyor ama toplum olarak yanlış bildiğimiz gibi kullanıyor olduğumuz ortaya çıkacaktır.

Kelimeler neden bu kadar önemli, onun da altını çizelim. Bir kelime kolayca vücut bulmuyor, hatta bazı yabancı kelimelerin çevirisini yapamıyoruz. Kelimeyi anlatmak için çıktığı ya da temellendiği olayı, hikâyeyi, durumu anlatmamız gerekiyor.

Resim - İlya Repin
Örneğin, "burlak" (Tatar Türkçesi) kelimesini alalım. Burlak, Çarlık Rusyası’nda Volga (İtil) ırmağının kıyısında, sadece günlük yemek karşılığı gemileri akıntıya karşı halatlarla çeken insanların adıydı. Şimdi, o dönemde altı yüz bin burlak olduğu söyleniyor ve bunlardan yüz elli bininin hayatlarını kaybettiği söyleniyor (kışın zorlu şartlarda kalacak yer yok ve iş imkanları az ve en az paraya çalıştırılıyorlar).

Toplum bu (acı) olayı yaşamış ve bunu bir kelime ile bir sonraki nesline aktarıyor. Bizler bu kelimenin anlamını bilmediğimiz için bize bir anlam ifade etmiyor, bizim dilimizde karşılığı yok.

Yani, bir toplum bulduğu, yaşadığı, icat ettiği şeyleri kelimelere döküyor. Bizler ise, kelimeleri anlamlarını bilmeden sarf ediyoruz. "Sarf" kelimesini ele alalım. Arapça kökenli ve kullanmak, tüketmek, ödemek, vermek gibi anlamlara geliyor. İsraf kelimesi ile aynı köke sahip. Bizler "boş sözler sarf ediyoruz"un anlamını en iyi kendi içinde buluyoruz... Çünkü yazının başında da dediğimiz gibi boş konuşuyoruz. Aslında boş konuşmuyor, konuştuklarımızı kendi işimize gelecek şekilde büküyor, eğiyor ve karşı tarafa öyle satmaya çalışıyoruz. Ne de olsa konuşmak ve kavga etmek için iki kişi lazımdır. Biri "ben" oluyor, dinleyen de diğeri...

Büyük binaları düşünelim, yüz binlerce küçük elemandan (yapı taşı) oluşuyor. Şimdi, bu bina toplumdur. Bu binayı istediğiniz gibi modelleyebilir ve etiketleyebilirsiniz - iyi yada kötü. Binayı oluşturan her 100 malzemeden 30’unu yanlış kullandığımızı gözden geçirelim; sonuç sizce ne çıkacaktır? Tabi ki, yapının yıkılacağı anlamına gelir. Şimdi de örneği elle tutulur hale getirelim; toplum "dil" adı verilen yapı ile, kelime ve söz adı verilen harç ile yapıştırılmış insanların var olduğu bir kitledir (Toplum olmak için "sadece aynı dili konuşmak" anlaşılmasın). Bu toplum yanlış bildiği kelimelerden dolayı ölümler, kazalar, yanlışlıklar yaşıyor. Bedelleri başkalarına ödetilerek yanlışlıklar telafi ediliyor.

Başka bir örnek:

Bir siyasetçi çıkıp televizyonda gayrı safi milli hasıladan bahsediyor kişi başı 15.000 dolar, ama bende o kadar para yok. Kısacası bazı yerlerde bilerek kabul ediyoruz ve köle oluyoruz bu yaşayış şekline. Üretim arttı diyor başka bir haber. Üretimin artması daha fazla makineleşme, daha fazla kaynak kullanımı ve daha az işçi çalıştırmakla olur. Dolayısıyla, üretimin artması toplumu refaha götürmez. Sadece seni beni kandırır.

Burada da anlamını bilmediğimiz kavramların sadece büyüme gösteriyor diye, toplumda olumlu kabul edildiğini görüyoruz. İlk örnekten ikinci örneğe:

Bireysellikten evrenselliğe nasıl hataların taşındığını görebiliyoruz. Az önce 100 kelimenin 30’unu bilmiyorduk. Şimdi ise, yapılan 100 işin 30’unun (ve belki çok daha fazlasının) toplum yararına olmadığını fark ediyoruz.

Burada çok daha acı, çok daha sert bir durum ortaya çıkıyor göremediğimiz.

İlk örneklerde bahsettiğimiz "kişinin sözleri kendi menfaatine göre eğip bükmesi” durumu, şimdi toplumsal olarak yanlışlara sürüklendiğimizin ve toplumsal faydaların yerine bireysel çıkarların gözetildiğini daha net ortaya koyuyor.

Uzun bir cümle ve ayrı kavramları birleştirerek oluşturduğumuz/vardığımız sonuç: Nasıl ki, bu yazıyı size örneklemeden önce bu kavramlara yabancıydık - şimdi tanıdınız - nelerin ortaya çıktığını da şimdi çok daha rahat görebiliyoruz. Bakın, yine farkındalığın bir sonucu daha ortaya çıkıyor.

"Öğrenme"

Kimse öğrenemediğinden dem vurmasın. Bilgi daima orada, siz ne kadar isterseniz o size o kadar yaklaşır. Bir sözcüğü gerçekten doğru kullanıyor muyum diye sözlüğe bakmak dünyanın en zor şeyi değil maalesef. Sonra da "ben yanlış bir şey mi söyledim de olmadı" diye hayıflanmayı biliyor insan.

Sert bir geçmiş yaşadık; geçmişi herkesi rahatsız eder ama kimse geçmişini sorgulamaz. En basitinden, 70-80’li yılları ele alalım. Bu yıllarda insanlar iki ideolojinin peşinden gitmişlerdir. Bunlardan birisi sağ, diğeri de sol akımdır. Bence dünyanın en ahmak insanlarıdır bu iki grubu oluşturan üyeler. Neden diye sert bir ünlem belirdi kafanızda, soru işareti değil ünlem... Evet, tahmin edildiği gibi anlamını bilsek de kavramın bütünlüğünü bilmediğimizden kaynaklanıyor bu ünlem. Şimdi de "nasıl" kısmına geçelim.

Dünya üzerinde insanların yaşayışı iki etmenden oluşur; bunlar karar ve eylemdir. Bir insan su içmek için önce suyu düşünür, bir bardak düşünür; elindeki kaynaklardan (musluk suyu şişe suyu vs) biriyle bardağı doldurur ve içer. Lafı fazla uzatmayayım, bir insanın kafasını kesin; suyun 1 cm yanına koyun. Bir damla içemeyeceğini göreceksiniz. Peki ya diğer taraf, yani kafasız bir gövde? İstediği yere gidebilir ama suyu bulamaz. Eh, hadi buldu diyelim... Neresiyle içecek?

Devrim ve ülkü iki el gibidir. Önünüze çıkan engellerde birisi tutar, diğeri yıkar. Karar ve uygulama gibidir. Kısacası, birbirinden ayrılmaz/ayrılamaz iki kavramdır. Her ikisi de direksiyonsuz veya tekerleksiz araba gibidir. İşte hata burada başlıyor! Devrim nedir? Bir ülküyü gerçekleştirmek için yapılan engel yıkma hareketidir. Peki, ülkü nedir? Ulaşılmak istenen hedeftir, amaçtır.

Karar ve eylem mekanizmasında, her ikisi de önemlidir ve birbirinden ayrılamaz. Bunları ikiye ayırıp insanlara verirseniz (bu yapıldı ve sonuçlarını neredeyse 50 yıldır) görüyoruz, ortaya sadece toplumsal yıkım gelir.

İki basit kelime...

Sadece iki basit kelimenin anlamını düşünmeden ortaya atılan, birbirini kesen öldüren vuran modern ve ileri görüşlü insanlardan bahsediyoruz... Birbirini parçalayan modern insanlar. İki basit kelime, ta en baştan ayrılıyor. Altında bir dolu külliyat... Otursan haftalarca iki taraf da doğruluğunu tartışır ve haklılar da... Ama basit bir şeyi kaçırmışlar: “En başını!” Ülkü ve devrimin bütün olduğunu... Orada ayırmışlar. Geriye kalan, külliyatın tekleşmesi. Ama kavgayı bir şey için vermeleri gerekirken biri ülkü (!) için ölüyor, biri de devrim (!) için. Bundan sonra sorulması gereken soru şu: Aslında ne için öldüler?  Bir söz vardır, "bizi hayallerimiz birleştirir ama fikirlerimiz ayırır" diye.

Peki suç kimde ya da suçlu kim? (Günah keçisi aramıyorum).

İnsanın ta kendisi, kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi...

Toplumsallıktan bireyselliğe, aynı kavramlar halen var. Ve insanın aynı çıkarcı yönü bireysellikten toplumsallığa halen devam etmekte.

Ve tabi ki, iletişimimizle, farkındalığımızla, hatalarımızla kendi sonumuzu kendi ellerimizle besliyoruz.


FATİH YILMAZ

vigiliante [*] yahoo.com